Pages

Monday, December 23, 2013

Der Spiegel: Erdoğan petrol özelleştirmelerinden pay alıyor





Wikileaks belgelerini en önce ele geçiren Der Spiegel, şok Türkiye raporlarını birer birer açıklıyor. Ayrıntılarıyla sunuyoruz…

05 Aralık 2013 Perşembe

WİKİLEAKS’ın sızdırdığı ve dün akşamdan itibaren basında parça parça yer alan belgeler, Türkiye’de AKP hükümetini hayli zora sokacağa benziyor.

Belgeler, şimdiye kadar bir çok kişi tarafından dile getirilen iddiaların yazılı şekli olsa da, hiç bilinmeyen bir çok skandalın ABD’li diplomatlarca nasıl izlendiğini ve aslında bilindiğini de gösteriyor.

Dünyanın başka bir yerinde olsa, bu iddialar karşısında bir hükümet iki dakika yerinde kalmaz ama bizde kalacaktır. Bundan eminiz.

Çünkü, iktidardaki zihniyet ABD’lilerin tarif ettiği şekliyle şudur: "Yolsuzluk yapan bir hükümet ve ona göz yuman bir islamist…“

8 BİN BELGEYİ İNCELEDİLER

Wikileaks belgeleri, dün bir kaç basın organına önceden ulaştı. Bunlardan biri de Alman Der Spiegel Dergisi oldu.

Der Spiegel’in, Türk basınından önce Türkiye ile ilgili yaklaşık 8 bin ABD belgesini inceleme olanağı bulduğu kesin.

Bugün piyasaya çıkan Der Spiegel, Maximillian Popp imzası ile Türkiye hakkındaki belgelerle ilgili iki sayfalık bir haber yaptı. Bu haberden aktarmak istiyoruz.

Der Spiegel’in haberinin spotu, "NATO partneri olan Türkiye, ABD için özellikle korkutucu. Bir Büyükelçilik Sözcüsü Erdoğan’ı, rüşvetçi hükümete göz yuman islamist olarak tanımlıyor“ şeklinde...

İşte bundan sonraki bir kısım iddialar ise Türk basını tarafından hiç dikkate alınmadı.

İSLAMCI BASINDAN BİLGİ ALIYOR


Herkesin Aklındaki Soru: Bilal Erdoğan da gözaltına alınacak mı?

Der Spiegel’in yer verdiği ABD belgelerinden devam edelim;

- Amerika, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a güvenmiyor. Muhalefet ise tam bir komedi..

- Erdoğan'ın dünyaya bakış açısı, hiç bir zaman gerçekçi olmamıştır. (Mayis 2005)

- Erdoğan, Tanrı’nın (Allah’ın) Türkiye’yi yönetmesi için kendisini seçtiğine inanıyor ve kendisini Anadolu'nun "Volkstribun"u (Almanlar'ın Roma İmparatoru Sezar'ı tanımlamak için kullandıkları tabir) olarak görüyor.

- NATO’daki en büyük ikinci askeri güç olan Türkiye’nin başbakanı Erdoğan, çeşitli bilgileri genel olarak islamcı gazetelerden alıyor ve ve kendi bakanlıklarının yaptığı araştırmalara bile gereken ilgiyi göstermiyor.

- Bu nedenlerden dolayı, istihbarat ve ordu artık bazı bilgileri kendisine iletmekten vazgeçmiş durumda.

- Kimseye pek güveni olmayan biri ve etrafında sözünden çıkmayan dar çemberden oluşmuş bir danışman grubu bulunduruyor

- Her ne kadar atıp tutuyor ve gürlüyorsa da gücünü kaybetmekten korkuyor

- Erdoğan’ı iyi tanıyan biri Amerikalılar’a onu şöyle özetliyor: "Tayyip Allah'a inaniyor, ama Allah'a güvenmiyor…“

PETROL İŞİNDEN PAY ALIYOR…

- 2004'ten beri yapılan çeşitli açıklamalar göre, ülkede her alanda yolsuzluklar var ve hatta Erdoğan’ın ailesi içinde bile. Söylentiler arasında, hükümetin önemli danışmanlarından birinin bir gazeteciye aktardığı,„Erdoğan petrol işlerini özelleştirirken kendine de pay ayırıyor“ sözleri de var. ABD belgeleri arasında, Enerji Bakanlığı içinden sızdığı belirtilen belgelere göre, Erdoğan’ın İran’a baskı yaparak doğalgaz boru hattı projesine okul arkadaşının bir şirketini de ortak ettirdiği yönünde. Bu şirketin liman inşaatları yaptığı, enerji dalında bir tecrübesi olmadığı biliniyor.

Der Spiegel’in bazı belgelerle ilgili açıklamaları Türk basınında da yer aldı. Erdoğan’ın İsviçre’de 8 ayrı özel hesabının bulunması, çocuklarının eğitiminin bir işadamı tarafından üstlenilmesi ve servetini düğün takıları ile açıklamaya çalışması gibi…



TRABZONSPOR’A MİLYONLARCA DOLAR

Biz, görülmek istenmeyenlerle devam edelim. Yine Der Spiegel’den gidiyoruz:

- Erdoğan’ın tabana mesaj vermede haraket etmeyi çok iyi bildiği belirtiliyor. Bir büyükelçilik görevlisi, buna örnek olarak Bakan Faruk Nafiz Özak ile ilgili bir olayı anlatıyor. Bu belgeye göre Başbakan Erdoğan, 2004 yılı belediye seçimlerinde Trabzon Belediyesi'ni kaptırınca, Özak’ı hemen Trabzonspor'un başına getirdi. Erdoğan daha sonra "gizli devlet kasasın“dan bir kaç milyon doları, yeni oyuncu alımı için Özak’a aktardı. Bu yolda elde edilen başarıyla Özak, belediye seçimleri için avantaj sağlamaya çalıştı.

- Bir ABD belgesi, "Erdoğan, AKP'yi ‚Erdoğan-Partisi’ne’ çevirdi“yorumunu getiriyor. Dönemin ABD Büyükelçisi Eric Edelmann 2004'te, hükümette gerçek bilgi sahibi olan çok az kişi olduğunu, bazı AKP'lilerin göreviyle büyüyüp geliştiklerini, diğerlerinin ise beceriksiz ve kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini veya bağlı oldukları cemaatlerin amaçlarına hizmet ettiklerini tutanaklara geçirdi.

ÇUBUKÇU, NEDEN EŞİNDEN SÖZ ETMEZ

Der Spiegel’in haberinde, Erdoğan’ın seçtiği çalışanların kalitesizliği vurgulanırken, Bakan Nimet Çubukçu’nun Emine Hanım’ın yakını olduğu için bu görevde olduğu ve her ne hikmetse hep oğlundan bahsedip eşinden hiç bahsetmediği vurgulanıyor.

Bir bakanın, uyuşturucu işine bulaştığı iddiaları ve küçük kızlara düşkünlüğü vurgulanırken, Erdoğan’ın hükümet olmadan önceki,"Demokrasi, bizi ulaşmak istediğimiz noktaya götürecek bir trendir“sözünün ABD belgelerine girdiği belirtiliyor.

Haberde, ABD belgelerinde yer alan Gül- Erdoğan çekişmesine vurgu yapıldıktan sonra, Gül için şu tanımlamanın bir belgede yer aldığı bildiriliyor: "Erdoğan’ın aksine Gül, İngilizce biliyor ve daha demokrat görünüyor. Ancak bu yanıltıcıdır. Gül, Erdoğan’dan daha ideolog biri ve daha batı karşıtıdır.“

ABD belgelerine göre Erdoğan, Gül’ün Çankaya’ya çıkmasını engellemek için uğraşmış ancak bunda başarılı olamamış. Haber, Türk medyasında yer alan Davutoğlu ile ilgili, "Ankara dışı siyasetle ilgili bilgisi çok az. Bu uyumsuzluk yaratıyor. İslami düşünceleri özellikle tehlikeli“yorumlarıyla devam ediyor.

NEFRETİ (Hass) DİNSEL NEDENLERDEN

İsrail’in Ankara Büyükelçisi Gabby Levy’nin, Ekim 2009’da söylediği belirtilen "Başbakan Erdoğan bir fundamentalist. Dinsel nedenlerden dolayı bizden nefret ediyor“ sözlerinin yer aldığı belgenin de ABD yazışmalarında yer aldığı belirtiliyor.

Amerikalılar, Erdoğan’ın Türkiye’yi her geçen gün batıdan uzaklaştırdığını gözlemlerken, Erdoğan’ın kurduğu sistemin bir NATO ülkesi olan Türkiye’yi gerçekten stabil bir şekilde tutup tutamayacağının bilinmediği vurgulanıyor. Haber, Ankara Büyekelçisi James Jeffrey’in, bu yılın şubat ayında yazdığı bir raporla bitiriliyor:

"Burada her gün her şey değişiyor. Kimse, bütün bir coğrafyada dengenin ne yanda olacağını tahmin edemiyor. Dikkatinize sunarım...”

Dergi, tüm bu iddiaların Türk hükümetine sorulduğunu ve bir cevap alınamadığını da özellikle vurguluyor.

Biz de, tümünü Türk halkının bilgisine sunuyoruz.

Ali Gülen | Odatv.com

-

Sunday, December 22, 2013

Turkish journalists caught in cross fire of AKP-Gulen conflict

Amberin Zaman  - POSTED  December 18, 2013
  
It's every investigative reporter's dream come true: A corruption scandal involving the sons of key cabinet ministers, the gold-smuggling Iranian husband of a Turkish pop diva and cowboy contractors bribing and bulldozing their way to incalculable wealth. But don’t expect much honest reporting on what is poised to be the greatest challenge yet to Turkish Prime Minister Recep Tayyip Erdogan after a decade of uninterrupted rule. You may not get it. This is because honest reporting in Turkey, as I myself found out after being fired by a pro-government daily newspaper in April, can leave you without a job. Worse, it can land you in jail. As the Committee to Protect Journalists (CPJ) put it in a new report, with 40 journalists behind bars, Turkey in 2013 is the “world’s top press jailer once more,” a title that neither China nor Iran have been able to wrest away.

The media has never been free in Turkey. When the generals ran the show, covering radioactive subjects such as their brutal oppression of the Kurds was a risky enterprise. Dozens of Kurdish journalists who ignored the risks were murdered by unknown assailants, their newspaper headquarters firebombed. 

Media bosses with other business interests readily kowtowed to the brass hats.

Their loyalty ensured through six-figure salaries, prominent columnists became foot soldiers, happily slandering colleagues deemed to be “enemies of the state.”

Journalists no longer get bumped off and the generals have been defanged. Yet, little else has changed. I found out, for instance, last year thanks to a leaked government document that I and several other colleagues, including fellow Al-Monitor contributor Yasemin Congar, had been illegally wiretapped for more than a year starting in 2008 (and probably still are) by Turkey’s national spy agency MIT on the outlandish claim that we were somehow connected to “Kurdish terrorists.” To add insult to injury, MIT assigned us fictitious names — mine was “Demi,” yes, I repeat, “Demi” — to secure prosecutors’ approval to spy on us. It is widely assumed that most prominent journalists’ phones are tapped and that they may even be secretly filmed. A common joke among my female colleagues is that they hope the videotapes “don’t show our cellulite." I might have laughed the MIT affair off if it were not for the fact that most of my colleagues in prison are Kurds accused of being connected to “terrorists,” and that as part of my job I have interviewed rebels of the Kurdistan Workers Party (PKK), which is an officially designated terrorist group. In the words of the CPJ, “Authorities are holding dozens of Kurdish journalists on terror-related charges and others for allegedly participating in anti-government plots. Broadly worded anti-terror and penal code statutes allow Turkish authorities to conflate the coverage of banned groups with membership.”

Colleagues who decided to press legal charges against MIT have hit a wall. Erdogan, who has ultimate authority over the agency, refused their demands to investigate the officials who were spying on them. MIT, meanwhile, defended its actions on the grounds that “like all secret services in the world, MIT has fulfilled its prescribed role … and did not commit any unlawful act.”

Pressure on journalists has escalated since the mass anti-government protests in June. Scores were beaten and some sexually harassed by police. And at least 72 others lost their jobs over their perceived sympathy for the protesters. As one of my former editors put it, “A phone call from the prime minister’s office and you’re history.” Self-censorship is the sole means of survival for many of my colleagues.

The corruption probe is set to make our lives even harder. It's widely seen as part of the power struggle between Erdogan and Turkey’s most influential Sunni Muslim cleric, Fethullah Gulen. A long-running accusation leveled against Gulen’s followers is that they have penetrated the bureaucracy, the judiciary and the police force and used their positions to amass evidence against their enemies. Until recently, their main targets were alleged coup plotters in the army, and Gulen and Erdogan collaborated against them. But now there is an open war between the two leaders, and journalists are caught in the middle. Erdogan has made no secret of his belief that the detentions are part of some plot orchestrated by his foreign enemies (read the United States and Israel) and carried out by pro-Gulenist prosecutors and security officials. Journalists who challenge this view are sure to invite Erdogan’s wrath. And those who share it may well find themselves becoming the target of the Gulenists, according to Ahmet Sik, the Turkish journalist who was jailed in 2011 on thinly supported terrorism conspiracy charges after writing a book criticizing the Gulenists. The movement commands a string of media outlets, including Turkey’s largest-selling newspaper Zaman and Bugun TV. Sik, who shouted the now famous words, “Those who touch them [the Gulenists] burn!” as he was being arrested, told Al-Monitor that “the same holds true today.”

The row may have claimed its first victim on Dec. 18 when the daily Sabah fired veteran columnist Nazli Ilicak. Turkish media reports have suggested that the columnist was let go for her spirited support of the Gulenists on a popular current affairs program on CNNTurk, the night before her dismissal. Ilicak confirmed that she had been fired on Twitter, saying, “instead of forfeiting my character I forfeited my job.”

Amberin Zaman is an Istanbul-based writer who has covered Turkey for The Washington Post, The Los Angeles Times, The Daily Telegraph and the Voice of America. A frequent commentator on Turkish television, she is currently Turkey correspondent for The Economist, a position she has retained since 1999. On Twitter: @amberinzaman


Friday, December 20, 2013

1978 Maras katliamınin 35. Yildonumu

21 Aralik 2013 

1978'de 19-26 Aralık günleri arasında yaşanan olaylarda yuzlerce kişi hunharca öldürüldü. Alevilere ait 200'ün üzerinde ev yakıldı, 100'e yakın işyeri tahrip edildi.

Alevi evleri işaretlendi
Olaylar başlamadan günler öncesinde Alevi vatandaşlara ait ev işyerlerine nüfus sayımı yaptıklarını söyleyen bazı kişilerce işaretler konuldu. Olaylar başlayınca saldırganların elebaşları, "Üzerinde işaretli evleri yakın, yıkın, diğerlerine dokunmayın" diyecekti.





















(Fotograflarin devami altta)

Savcılığa göre, katliama karışanların sayısı 1350 kişiydi. Bunların 752'si ilk etapta tutuklandı. Davalar 23 yıl sürdü. 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında ceza aldı. 1991'de çıkan TMK ile ceza alanların bir kısmının yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri serbest kaldı. Katliamda birinci dereceden rol aldığı belirtilen 68 kişiye ise hiç ulaşılamadı.
Katliamın üzerinden tam 33 yıl geçerken Radikal gazetesi olayla ilgili ilk kez yayınlanan çarpıcı fotoğrafları yayınladı.
DEVLET KATLİAMI SEYRETTİ
Meçhul 26 piyangocu, CIA şefi, gizlenen silahlar... 33 yıl geçti ama eldeki o kadar delile rağmen katliamın sorumluları hâlâ bulunamadı!
Maraş'ta 33 yıl önce 1978'de yaşanan vahşet olaylarını anlamak için aylar öncesinde Türkiye'de başlayan toplumsal çalkantılara bakmak gerekiyor. 1978'in son altı ayında özellikle Alevi ve Sünni vatandaşların yoğun olarak yaşadığı yerlerde bombalı ve silahlı saldıralar, Maraş'ta yaşanacak katliamın hazırlayıcısı, hatta provası niteliğindeydi. Farklı illerde çoğu ölümle neticelenen eylemler Maraş'ta bir 'iç savaşa' dönüştü. Öncesinde Malatya, Sivas, Erzincan ve Elazığ'da atılan nifak tohumları, en şiddetli Maraş'ta yeşerdi...

PAMUĞUN DEĞER KAZANMASI VE ALEVİLERİN ZENGİNLEŞEREK MARAŞ'A YERLEŞMESİ

Maraş'taki vahşetin bu denli büyük boyutta olmasında kentte son yıllarda yaşanan değişimin de payı var. Pazarcık Ovası'nda pamuğun değer kazanması, tarımla geçinen Alevilerin zenginleşerek Maraş merkezine yerleşmesi, zengin Sünnileri tedirgin ediyordu. Alevilerin sosyal yaşamda aktif yer alması daha önce sağ kesime ait olan 'statü'ye ortak olmaları, hatta zenginlikte onları geçmeleri büyük rahatsızlıklara yol açıyordu. Bu rahatsızlıklar zaman zaman "Maraş sağcıdır, burada sol barınamaz" şeklinde dışa vurdu. O günlerin meşhur diğer bir sloganı da "Maraş'tan ses gelmiyor"du.

BEKLENEN SES GELDİ

Maraş'tan beklenen ses nihayet gelmişti! 19 Aralık 1978'de ülkücülerin gözde filmi, Cüneyt Arkın'ın başrol oynadığı "Güneş Ne Zaman Doğacak"ın gösterildiği Çiçek Sineması'na ses bombası atıldı. Sinemanın 'komünistler tarafından bombalandığı' iddia edildi. Zaten şehirde Alevilerin Sünnilere saldıracağı, camileri bombalayacağı günlerdir konuşuluyordu.
19-26 Aralık 1978'de Kahramanmaraş'ta meydana gelen Maraş katliamı, Alevi ve Sünni vatandaşlar arasında yaşansa da aslında 'derin devlet'in Türkiye'deki en büyük organize eylemi olarak tarihe geçti. Kontrgerillanın organize ettiği, ülkücü grupların başı çektiği saldırı sonucu resmi rakamlara göre 111, olayın şahitlerine göre ise 150 kişi yanarak, kesilerek ve kurşunlanarak öldürüldü.

'EMRİ ANKARA'DAN ALIRIM'

Olayların başladığı ilk günden ayın 26'sına kadar hem polis hem de asker kentte yaşanan katliam karşısında aciz kaldı. Hem olaylara müdahale edecek yeterli güçleri yoktu hem de niyetleri! Olayın ikinci günü kente gelen ve eylemcilere müdahale edilmesini isteyen İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı'ya 2. Ordu Komutanı İbrahim Şenocak, "Paşam, sizi severim ve sayarım ama emirleri Ankara'dan alırım" diyecekti.
Davalar 23 yıl sürdü. 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında hapis cezaları ile cezalandırıldı. Daha sonra bu cezalar Yargıtay tarafından bozuldu. 1991 yılında çıkarılan Terörle Mücadele Kanunu ile ceza alanların bir kısmının cezaları yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri de serbest kaldı.
Güneş 19 Aralık'ta karanlık doğdu...
Olayların kıvılcımı 19 Aralık'ta çakıldı. Cüneyt Arkın'ın oynadığı 'Güneş Ne Zaman Doğacak' adlı filmin Çiçek Sineması'nda gösterimi sırasında sinemaya ses bombası atıldı. Ses bombasını bir iddiaya göre ülkücü Ökkeş Şendiler, diğer bir iddiaya göre de sol görüşlü Salman Ilıksu attı. 20 Aralık'ta Yeni Mahalle'de bir Alevi vatandaşa ait kahvehane bombalandı. Bir gün sonra sol görüşlü iki öğretmen Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu öldürüldü. Öğretmenlerin cenazesi olayların bir katliama dönüşmesine yol açtı. "Aleviler, yarın Sünnilere saldıracak" yaygarası üzerine Ulu Cami etrafında toplanan ülkücü grup polis barikatını aşıp Alevilere saldırdı. Akşam saatlerinde Maraş'ta üç Sünni gencin öldürülmesi üzerine tarihin en acı olaylarından birisinin fitili ateşlendi.
Alevi evleri işaretlendi
Olaylar başlamadan günler öncesinde Alevi vatandaşlara ait ev işyerlerine nüfus sayımı yaptıklarını söyleyen bazı kişilerce işaretler konuldu. Olaylar başlayınca saldırganların elebaşları, "Üzerinde işaretli evleri yakın, yıkın, diğerlerine dokunmayın" diyecekti.
O Milli Piyangocular kim?
Olaylardan önce Milli Piyangocu kıyafeti giymiş 26 kişi kente geldi. Otel kayıtlarında bu kişiler piyangocu olarak kaydedilmişti. Kayıtlar 1979'da Milli Piyango İdaresi'ne soruldu. İdare bu kişilerin kendi çalışanları olmadığını bildirdi.
Maraş'ta bir CIA şefi...
Katliamla ilgili en ilginç detayı olaylar başlamadan önce ABD Büyükelçiliği 1. Kâtibi Alexander Peck'in Maraş'ta bulunmasıydı. Peck'in adını vermese de dönemin Maraş Emniyet Müdürü Kazım Ulusoy da bazı ABD'lilerin Maraş olaylarından önce kente geldiklerini, otelde konakladıklarını doğruluyor. Maraş'tan sonra aynı şahıs Çorum, Tokat ve Amasya'da da görüldü.
'Mağara cephane dolu'
Türkeş, 22 Nisan'da Köşk'e telgraf çekerek "Halk infial halindedir" dedi. İçişleri Bakanlığı'na 26 Aralık'ta 'CHP'liler' imzasıyla gönderilen bir mektupta da Nurhak'ta bir mağarada cephane ve silah olduğu bildirildi.
====
Maras Katliaminin Hic Yayinlanmamis Videosu:



Maraş katliamın kanlı detayları şoke etti!

Maraş olaylarından sonra İçişleri Bakanı olarak göreve getirilen Hasan Fehmi Güneş Söz Sende'de Balçiçek İlter'in sorularını yanıtladı. Hasan Fehmi Güneş, katliam anlarını canlı yayında anlattı. Hasan Güneş katliam için "faşist bir plan" ifadelerini kullanarak tüyler ürperten katliamın detaylarını canlı yayında paylaştı.
KAYNAR SUYA ÇOCUK ATILDI
.
Hasan Fehmi Güneş, katliamın tüyler ürperten anlarını anlatırken, katliam esnasında kaynar suya atılarak öldürülen bir çocuk bile olduğunu kaydederek "Yörükselim Mahallesi’nde canilerin elinde kurtulan 10 yaşındaki bir çocuk kaçarak komşularına sığınıyor ancak onca yıllık komşuları onu evine almıyor. Yine bir kişiyi ağaca çivileyip ateş ederek öldürüyorlar. En vahşi olaylardan birisi de kocaman bir kazanda kaynar suya atılarak öldürülen çocuk cesedi bulduk" dedi.  
Maraş, katliamının göz göre göre geldiğini ifade eden Günşe "Katliamın önüne geçilemedi, çünkü istihbarat bize bunlarla ilgili bilgi vermiyordu. Olaylar başladı, Vali'ye istihbarat verilmedi, askeri çağırmakta da geç kalındı. Gelen asker de yeterli değildi. Ben istihbarat örgütünün oradaki cinayetlere, oradaki katliama katkı yaptığını düşünüyorum. Engel olmayı bırakın, MİT bizzat katkı yaptı." dedi.
Kaynak | http://www.beyazgazete.com/haber/2011/12/20/maras-katliamin-kanli-detaylari-soke-etti-756574.html










..

Suçu solculara atmak için ülkücülere bomba atmış! Ökkeş Kenger’in el yazısı itirafları TBMM’ye ulaştırıldı...
21 Aralik 2013

Kahramanmaraş olayları raporu, İçişleri Bakanlığı tarafından TBMM’ye ulaştırıldı. Raporda, soyadını olaylardan sonra “Şendiller” olarak değiştiren Ökkeş Kenger’in, “Solcuların üzerine kalması için” ülkücülere dinamit attıkları ve 10 kişiyi yaraladıklarını itiraf eden el yazısıyla verdiği ifade de yer aldı.

Vatan’dan Deniz Güçer’in haberine göre, İçişleri Bakanlığı tarafından TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’na gönderilen ve 111 kişinin hayatını kaybettiği, “Kahramanmaraş olayları” raporunda yer alan dikkat çekici ifadeler şöyle:


-16 Aralık 1978 tarihinde özel olarak getirilen ve şehirde faaliyet gösteren Çiçek Sineması sahibine yapılan baskı sonucunda gündeme alınan sağ görüşü destekleyici, “Güneş ne zaman doğacak” filminin oynatılması, denetlenmesi, sinemanın korunması ve elde edilen gelirin kontrolü ile ilgili organizatörlüğün Ülkü Ocakları Derneği üyesi Ökkeş Kenger ve onun yönettiği kişiler tarafından yapıldığı, 19 Aralık 1978’de filmin gösterildiği sırada bir bombanın patlaması neticesinde 10 kişinin hafif şekilde yaralandığı, sinemadan çıkan bir grubun, başta CHP binası olmak üzere çevrede taş ve sopalarla tahribe başladığı...

“CAMİİ TUVALETİNDE ALDIM”

- Kahramanmaraş ÜGD üyesi ve çaycısı Ökkeş Kenger’in 14 Ocak 1979’da kendi el yazısı ile kaleme aldığı ifadesinde özetle; ‘Dernek 2. Başkanı Mustafa Kanlıdere’nin kendisine ve Mustafa Tecirli isimli şahsa, film oynatıldığı sürede tahrip gücü az bir dinamitin solcuların attığı süsü verilerek patlatmalarını söylediğini, böylece halkı kışkırtıp, tahrik ederek, isyan ettireceklerini söylediğini, Kanlıdere’nin kendisine sinemaya atılacak dinamitleri saat 15.00’da Şekerli Cami’nden gelip almasını söylediği, belirlenen saatte gidip tuvalette kağıt torba içerisinde beze sarılmış vaziyette dinamitleri aldığı... Çiçek Sineması’nın tuvaletinde dinamitleri Yunus İlhan’a verdiğini, film sırasında dinamitleri patlatmasını söylediğini, saat 20.45 sıralarında filme ara verildiğinde patlama olduğunu, kendisinin de Mustafa Tecirli ile birlikte balkonda bulunduğunu, patlamadan sonra solcular tarafından atıldığı süsü verdirmek için ‘Kanımız aksa da zafer İslamın, Kahrolsun Komünistler’ gibi sloganlar atıldığını, halkı tahrik etme görevinin Mustafa Ekinci’ye verildiğini, 50 cm uzunluğundaki sopaların sinemada bulunan grup tarafından alındığı, Cumartesi ve Pazar günleri ilde büyük olayların yaşandığını, birçok insanın hayatını kaybettiğini olayların bu insanların tahriki neticesinde çıktığını, olaylardan derneğin ve dernek başkanının haberi olduğunu ve bu insanların tertiplediği...

- Ökkeş Kenger’in ETKO (Esir Türkler Kurtuluş Ordusu) olaylarıyla ilgili olarak yakalanan İsmet Çalışır’ın ifadesinde ‘Teşkilata patlayıcı madde temin eden kişi’ olarak geçtiği, patlamadan önce Ankara ÜGD’de 294351 numaralı telefonla konuştuğu, Kenger’in patlamayı bekliyormuş gibi salondan çıkan şahısları toplayarak onlara öncülük ettiği... Kenger’in patlama dahil ilde süregelen olaylar için Ankara ÜGD Genel Merkezi’nden talimat almış olabileceği hususları belirtildi.

TOPYEKÜN İMHA

Raporda, Alevi mahallerine yapılan saldırılarla ilgili kan donduran polis ifadeleri de dikkat çekiyor:

- 23 Aralık 1978... Alevi vatandaşlarımızın oturmakta olduğu Yörükselim Mahallesi’ne saldırıların yoğunlaştığının ve bu mahalle sakinlerinin topyekün imha edileceklerinin görülmesi üzerine mahalle sakinlerini askeri birliklerce askeri bölgede güvenlik altına alındığı...

VALİ’NİN İLGİNÇ YAZISI

Siyasi ihtiras uğruna...

Raporda, dönemin Valisi Tahsin Soylu tarafından İçişleri Bakanlığı’na gönderilen ve olayları değerlendiren bir yazıda da gerekçeyle ilgili şu değerlendirmelere yer veriliyor:

“Maraş halkının takriben yüzde 10’u Alevi vatandaşlardan oluşmaktadır. Ülkemizde yıllardan beri gerek maddi gerekse siyasi ihtirasları uğruna Alevi vatandaşların Komünist, din düşmanı olduğunu yayan, bu yolda bütün yayın araçlarından yararlanarak Sunni halkı bu kesime düşman eden belli çevreler, ikinci MC hükümetinin bir önergeyle düşürülerek yerine günümüz hükümetinin kurulmasından bu yana bu bölücü ve demokrasi düşmanlığı olan kışkırtma ve tahriklerini had safhaya ulaştırmış bulunmaktadır. Hatta kaybettikleri makamlarını ve devlet olanaklarını demokratik yollardan geri almalarının olanaksız olduğunu gün geçtikçe daha belirgin bir şekilde gören ve yeni hükümetin bazı devletleştirme ve çok kazanandan çok vergi alma gibi tasarılardan tedirgin olan kapitalist iş sahiplerince de desteklenen AP ve MHP liderlerinin televizyon ekranlarından parlamentonun en büyük partisi olan CHP’yi komünistlikle suçlamak ve yandaşlarını hükümete ve destekleyen çevrelere karşı eylemlere çağıran demeçleri ilimiz halkını yaşadığımız bu dehşet verici katliama yönelten etkenlerin başında gelmektedir. Öte yandan yakalanan bazı yaşlı şahısların, ‘din elden gidiyor’, ‘vurun gavurlara’ diye bağırmaları, ‘Müslüman Türkiye, Şeriat devleti” gibi yazılar yazmaları olaylara irticai bir mahiyet de kazandırmaktadır.”

Kaynak | http://www.demokrathaber.net/guncel/sucu-solculara-atmak-icin-ulkuculere-bomba-atmis-h15112.html


=====

BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder Maraş Katliamı'nı yazdı

26.12.2011
Bugüne kadar Maraş Katliamı ile ilgili bir çok yazı kaleme alındı. Birbirinden trajik hikayeler, kabuk bağlayan yaraları kanatan görüntüler, fotoğraflar ortaya çıktı. Herkes acının büyüklüğünü resmederken 'laf üstadı' Sırrı Süreyya Önder, yaşananların arka planına ışık tuttu. Maraş Katliamı'nın sosyo-ekonomik tarafını da anlatan Önder, yaşananları en iyi anlatan yazılardan birisine imza attı.
İşte Sırrı Süreyya'nın Maraş Katliamı yazısı

MARAŞ BİBERİ

Denir ki Hz. İbrahim, devrin kralı Nemrut'un putlarını kırarak insanları Allah'ın varlığına inanmaya davet edince, iktidarı sarsılan Nemrut öfkelenir ve Hz. İbrahim'in ateşe atılmasını emreder. Bu zaman zarfında evlerde ateş yakılmayacaktır, yasaklanmıştır. Bütün odunlar İbrahim'in ateşini harlamak üzere toplanır.

O günler, "Urfa dağlarında gezer bir ceylan" günleridir. Bir zalim avcı, avladığı ceylanı pişirmesi için karısına verdiğinde hiç odun kalmadığı cevabını alır. Avcı çare bulmasını istediğinde, kadın ceylanın yağsız bir parça etini önce bir taşın üzerinde döver. Sonra da kırmızı biber, bulgur ve tuzla yoğurur. Bu gün etsiz olarak her köşe başında fast-food versiyonunu gördüğünüz çiğköftenin ortaya çıkışı böyle olmuştur.

Urfa'nın çiğköftesine Maraş'ın biberini karıştırmak Urfalılar tarafından Sarkozy muamelesi görmenize yol açabilir. Onların 'isot'u varken Maraş'ın biberini duymaya tahammül edemezler. Üstelik haklıdırlar. Arayı şöyle bulabiliriz: Yine denir ki ilk tarım Maraş'ın Afşin ilçesinde yapılmıştır. Kentin kadim ismi Arabissos'tur ve Roma İmparatorluğu'nun, Gordianus (234-238) devrinde Urfa'dan göçen Arap aşiretleri tarafından iskân edilmiştir. [Irfan Shahîd, Byzantium and the Arabs in the Fifth Century, Dumbarton Oaks 1989]

MARAŞ'IN KÖY İSİMLERİ

Afşin, atalarımız Orta Asya'da at koştururken imparator Justinianus tarafından oluşturulan Üçüncü Armenia eyaletinin de yönetim merkezlerinden biridir. Hadi celadetli okurun kalbi kırılmasın "sözde" Armenia eyaleti diyelim. Milli tarih şuurumuza uygun davranmış olalım.

Halkımız beraber ve solo olarak Fransız parlamentosunu döverken araya gitmeyelim. Milli birlik ve beraberlik ruhuna en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, Meykir, Hunu, Norşun, Arıstıl, Maravuz gibi Maraş'ın köy isimlerinin etimolojik kökenini siz de sormayın, ben de söylemeyeyim.
Maraş'ın başta ticaret ve sanayi odası olmak üzere bütün "sivil" toplum örgütleri ezelden beri biberi Maraş iline tescil ettirme mücadelesi verirlermiş. Nihayet 2002 yılında başarmışlar. Artık Maraş Biberi Maraş iline tescilli. Sanayi ve Ticaret Odası kriterlere uyan bibercilere sertifika ve logo kullanım hakkı veriyor.

DELİ PARALAR DEVRİ

Maraş katliamını günlerdir her açıdan dinlediniz. Katliamın ekonomik-sınıfsal arka planına değinen pek olmadı. 70'li yıllar, tarımda destekleme politikalarının uygulandığı yıllardı. Misal Demirel, buğday ya da pamuğa 10 lira taban fiyat verirdi, Ecevit bunu 15 liraya çıkaracağını ilan ederdi. Demirel, 20'den aşağısının yetmeyeceğini, mazotun litresi ile buğdayın kilosunu karşılaştırarak anlatırdı.

İşte tarım üreticisinin eline "deli" paralar geçmesi biraz bu yüzdendi. Anadolu'da Alevi nüfus, tarih hafızasından dolayı kuş uçmaz kervan geçmez, Yavuz uğramaz yerlere yerleşmiştir. Gezin Anadolu'yu, genellikle Alevi dağda Sünni ovada yerleşiktir. Maraş bunun istisna olduğu birkaç yerden birisidir. Alevi nüfus, ağırlıklı olarak bereketli ovalarda yaşar.

Tarım destekleme politikası ile zenginleşen Maraş ve civarındaki Aleviler Maraş merkeze göçerek "yüzük taşı" misali yerlere talip olmuşlar ve almışlardı. Kent içi ekonomik etkinlik Alevilere geçmiş, Sünni halkın elindeki para da dönemin enflasyonist karakteri gereği süratle pul olmuştu.

ABD görevlisi Alexander Peck de katliam öncesi kenti gezerken şu tezi işlemiştir:"Yakında Aleviler size yiyecek ekmek bile vermeyecekler!"

Dönemin sağcı işadamlarının ve parti başkanlarının yaptıkları toplantılarda neler konuşulduğunu anlatacak bir vicdan ortaya çıkarsa bu bilgiler kapı arkası fısıltılar olmaktan çıkıp aleniyet kazanacaktır.
Aleviler kent içinde görünür ve etkin olunca sosyal hayata da dahil olmuşlardı. Mesela içkili lokantalara aileleri ile birlikte gitmeye başlamışlardı. Eh bu kadar bileşen bir araya gelince geriye bir tek şey kalıyordu; birinin çıkıp "kalkın ey
ehl-i İslam, din elden gidiyor!" diye bağırması... Bu işlevi, sosyalist sistemde "Allahsızlığı yayma kürsüsü" olduğunu savlayan ve kadınların bütün parti üyeleri ile sevişip gayriresmi evlilikten çocuk doğurmaları halinde daha fazla ikramiye alacaklarını müjdeleyen "Güneş ne zaman doğacak" gibi "muhteşem" bir film de görebilirdi pekâlâ.

ECEVİT'İN DİRENCİNİN KIRILMASI İÇİN KATLİAM ŞARTTI

Katliam, ABD'nin o günkü nizamat politikasını ancak askeri diktatörlükler eliyle uygulatabilmesi gerçeğine giden yolda Ecevit'in gösterdiği direncin kırılması ve ülkede sıkıyönetim-darbe döngüsünü hazırlaması için şarttı.

Bu plan "gümüş ya da altın hilal" olarak adlandırılan bütün kentlerde değişik versiyonlarla uygulamaya konuldu. Maraş, Sivas, Çorum ve Malatya'da tuttu. Maraş bunların içerisinde en vahşi Kontr-gerilla operasyonlarından birisidir.

Dünya tarihinde, hangi figür damgasını vurursa vursun, bütün katliamların, soykırımların arkasında, mutlaka bir "servet transferi" olgusu vardır. Dolayısıyla işin içinde bir "tapu davası" araştırmayan bütün bakışlar eksik kalmaya mahkûmdur. Bu ülkede bir tarihçi, işgal ve kurtuluş savaşı arasında geçen sürenin uzunluğunu ve ne hikmetse tehcirden dönen Ermenilerin gelmesiyle hızlanan, neredeyse patlayan kurtuluş hikayelerimizi bir de bu gözle anlatsa da dinlesek...

Maraş'ın filmini çekmek için binlerce sayfa belge, bilgi, tanıklık okudum, dinledim.
Beni en çok etkileyenlerden birini paylaşmak isterim.

KOMŞULAR, BİZ ŞİMDİ PERDELERİ KAPATACAĞIZ

Serin ailesi, katliam sırasında Maraş tren garından güçlükle bulunan bir trenle şehir dışındaki Alevi köylerine gidip canlarını kurtarır. Katliam sonrası evlerine döndüklerinde bütün eşyalarının yağmalandığını görürler. Sünni bir komşuları, yağmalamayı, komşuların yaptığını fısıldar.
Serin ailesinin annesi sokağın ortasına çıkar ve onlarla bugüne kadar sürdürdükleri komşuluğu anlatarak şöyle seslenir.

"Komşular! Biz şimdi bütün aile evimize girip perdelerimizi kapatacağız. Bizden yağmaladığınız eşyalarımızı bahçemize bırakın."

Sabah evin avlusu yağmalanmış mallarla doludur. Aile kendilerine ait olanları alır. Bir traktöre yükler. Kenti terk edeceklerdir. Bırakılan eşyalarda kendilerine ait olmayanlar da vardır. Aile o eşyaları sokağa çıkarıp üzerine şöyle bir not bırakır.

"Bu eşyalar yağmaladığınız diğer ailelere aittir. İmanınız ve vicdanınız varsa bunları da gerçek sahiplerine verin."

Ve doğdukları yerden, bizzat komşuları tarafından öldürülmeyecekleri, talana uğramayacakları bir başka diyara doğru giderler. Geride bıraktıkları evlerini yok pahasına sattıklarını da bir çocuk bile tahmin edebilir.
Kahramanmaraş Sanayi ve Ticaret Odası geçen muharrem ayında bir kardeşlik iftarı verdi. Şu linkteki videoda (http://www.kmtso.org.tr/video_galeri.php?menuID=108)TRT iftarı naklen veriyor. Muharrem orucunun böyle bir iftar açma geleneği olmadığı saçmalığını bir yana bırakarak spikere kulak verebiliriz.

BİLİN Kİ DIŞ MİHRAKLARDIR

Spiker bütün erkâna aynı gayretkeşlikle şu tespiti yapıyor:
"Bütün Maraş burada.. Eğer Maraş'la ilgili bundan sonra olumsuz bir haber kamuya yansırsa, bilinsin ki bu dış mihrakların işidir öyle değil mi?"

Bu saçma tespite oda başkanı dahil olmak üzere herkes katılıyor. Spiker aynı tespiti Alevi Federasyonu Başkanı Selahattin Özen'e de yaptığında "gurk" ettirten bir cevap alıyor. Özen: "İç mihrak, dış mihrak her neyse bunlardan bir kez bile Aleviler galeyana gelmiyor. Sünnilerin buna engel olması lazım." Spikerin tespiti kendisiyle sınırlı değil. Aynı ilin valisi de anma törenlerini hukuksuz olarak engellemesini "geçmişi hatırlamak istemiyoruz" gerekçesiyle açıklıyor.

Ah birisi çıkıp unutmanın yolunun ancak yüzleşmekle mümkün olduğunu bunlara tane tane anlatsa...
Ah birisi, hem de Alevi olmayan bir kent sakini çıksa, bu kentte 36 saat içinde yarısından fazlası 13 yaşın altında yüzlerce insan öldürüldü. Gelin toplu olarak gidenlere bir dua, yapanlara bir ah edelim diye haykırsa.
Ticaret Odası, Maraş'ın biberine gösterdiği vefanın birazını da karnında bebeği ile öldürüldükten sonra eti bir çiğköfte misali ezilen gelini, iftarla değil, mahcup ve sessiz bir yasla hatırlamak ve unutturmamak gerektiğini kavrasa. O vali ve benzerleri bir yas evine müstahdem yapılsa.

Odanın iftarında sofraya bıçak konulmamış. Muharrem orucunu açarken zorunlu bir ritüeldir bu. Su da konulmaz. Sebebi Kerbela masumlarının bedenlerine Muaviye zihniyetinin açtığı yaraları hatırlamaktır. Sofraya konulmayan bıçak 33 yıldır Alevilerin böğründe saplı durmaktadır. 33 yıldır bu yaradan kan akıp durmaktadır. "Hatırlamak istemiyoruz" zevzekliği bu hançeri kanırtıp durmaktadır.

Utanmak yalnız kendi yaptıklarımızla ilgili bir eylem değildir. Bazen yapmadıklarımız da utandırır bizi.
Bütün Maraş bu hançerden utanmadıkça, bu yara şifa bulmayacaktır.

Sunday, September 29, 2013

Suriye'ye kimyasal geçisiyle ilgili tek zanlı ülke Türkiye





Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Suriye’deki muhalif güçlere kimyasal madde sevkiyatı konusunda komşu ülkeleri uyardı. Türkiye, kimyasalların geçişiyle ilgili tek zanlı ülke konumunda.

(soL - Haber Merkezi) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Suriye’deki kimyasal silahların güvenli bir biçimde alınıp yok edilmesi kararını oy birliği ile onayladı. Kararda, Suriye’deki kimyasal silah kullanımının uluslararası hukuk açısından ciddi bir ihlal anlamına geldiği vurgulanırken, kararın muhatabı olarak Suriye devleti kadar bu ülkedeki gayrıresmi güçler ve komşu ülkeler de gösterildi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi karar metninin 3 ayrı maddesinde, Suriye’ye komşu ülkelerden yapılan kimyasal silah veya silah yapımında kullanılacak madde sevkiyatına atıfta bulunuldu. Bu maddeler, soL gazetesinin de ayrı günlerde manşetlerine taşıdığı, gayrıresmi yollarla Suriye’ye sokulan sarin gazı iddiaları nedeniyle Türkiye’yi işaret ediyor.

Şüpheler Türkiye’de toplanıyor
Türkiye Suriye’yle en uzun kara sınırına sahip komşu ülke olarak, Suriye’deki silahlı muhalif unsurları destekliyor ve Adana’daki sarin gazı davası iddianamesinin de ortaya koyduğu gibi, kimyasal silah yapımında kullanılan maddelerin Türkiye üzerinden aktarıldığı iddiaları uluslararası kamuoyunda uzun süredir konuşuluyor. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, üç gün önce Washington Post gazetesine verdiği röportajda, Şam’daki kimyasal saldırıda ev yapımı sarin gazı kullanıldığına ve bunun Mart ayında Halep’te kullanılanla aynı olduğuna dair ellerinde kanıt olduğunu söylemiş, 21 Ağustos saldırısının arkasında Türkiye’nin olabileceği imasında bulunmuştu.

Kararların cevapladığı sorular
Suriye’deki kimyasal silahların yok edilmesiyle ilgili Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı, nihai olarak onaylanmadan önce üzerinde en çok durulan başlıklar; herhangi bir ihlal durumunda doğrudan bir askeri yaptırım öngörüsü olup olmayacağı, Birleşmiş Milleter Antlaşması’nın 7. bölümünün nasıl işletileceği, Suriye devletinin tek muhatap olarak anılıp anılmayacağı ve daha önce ertelenen Cenevre Konferansı’na bir atıf olup olmayacağıydı.

Oy birliğiyle onaylanan metinle birlikte, bütün bu soru işaretleri de netleşmiş oldu. BMGK kararında, Suriye’de kimyasal silahların imha edilmesiyle ilgili bir ihlal durumunda doğrudan askeri güç kullanımını gerektiren bir hüküm bulunmuyor. Rusya devlet televizyonuna röportaj veren Lavrov, bu konuyla ilgili şunları söyledi: “Tasarı güç kullanımını içermiyor. Eğer Suriye’deki taraflardan biri hükümet ya da muhalefet, BM denetçilerinin işini engellerse ya da kimyasal silah kullanırsa bu durum Güvenlik Konseyi’ne rapor edilecek. Eğer kimyasal silah kullanıldığı açık bir şekilde ispat edilirse, BMGK 7. bölümü devreye sokarak harekete geçecek.”

Onaylanan karar tasarısı, Suriye devletini de tek muhatap olarak görmüyor. Hatta, gayriresmi örgütlenmelere yapılan atıflar, Suriye’de muhalif askeri güçlerin elinde de kimyasal silah bulunduğuna ilişkin bir uluslararası kabul olduğu şeklinde yorumlanabilir. Dahası, 18 ve 19 numaralı kararlar, kimyasal silah veya silah yapımında kullanılan maddelerin sevkiyatı konusunda komşu ülkelerin sorumluluklarını hatırlatıyor. Bu konuda en ciddi hüküm 21. maddede yer alıyor ve gayriresmi sevkiyat yapılması durumunda 7. bölümün devreye sokulacağı belirtiliyor. Metinde komşu ülkelere yapılan atıfla ilgili Lavrov, BM’nin, Suriye’deki kimyasal silahların muhalefetin eline geçmesine müsaade etmemesi gerektiğini söyledi ve “Tasarıda, BM’ye üye tüm ülkelerin, özellikle Suriye’ye komşu devletlerin, kendi topraklarının muhaliflere kimyasal silah tedariki amacıyla kullandırılmaması için tüm önlemleri alması gerektiği özellikle vurgulandı” dedi.

BM’den Cenevre Konferansı çağrısı

Kararlarda dikkat çekici bir başka madde ise Suriye’deki karışıklıkla ilgili uluslararası bir konferansın acilen toplanmasını öngören 17. madde. Bu maddede Suriye’deki tüm tarafların Cenevre Konferansı’na yapıcı bir şekilde katılmaları çağrısı yapılıyor. Bilindiği gibi Suriye’deki silahlı muhalif güçler, büyük oranda, Suriye hükümetinin de dahil olacağı böylesi bir konferansa karşı. Türkiye ise benzer gerekçelerle bu konferansa soğuk yaklaşıyor.

soL hatırlatıyor
Türkiye’nin Suriye’deki kimyasal saldırıdan sorumlu olabileceği, uluslararası kamoyunda ilk olarak Rusya tarafından dile getirilmişti. Rusya, Adana’da sarin gazı hammaddeleriyle yakalanan kimyasal çeteye işaret ederek, saldırının çevre ülkelerden destek alan muhalifler tarafından gerçekleştirildiğini öne söylemişti. Bu hamle, diploması çevrelerinde “Ankara kimyasaldan yargılanabilir” söylentilerine yol açmıştı. Eskİ Pentagon görevlisi F. Michael Maloof ise Suriye’de kullanılan Sarin gazının Irak’ta üretildikten sonra El Kaideciler tarafından Türkiye üzerinden Suriye’ye sokulduğunu öne sürmüştü. El Kaidecilere kimyasal maddeleri sağlayan ismin Adana sarin gazı iddianamesinde de adı geçen Halit Usta olduğunu söyleyen Maloof, kimyasalcı çetelerin Suudi sermayesi tarafından finanse edildiğini belirtmişti. Adana’da gözaltına alınan çetenin kilit ismi Usta, daha sonra serbest bırakılmıştı. Adana’da sarin gazı hammaddeleri ele geçirmeye çalışırken yakalanan Heysam Kassab’ın da para akışı konusunda Ebu İyad isimli Suudi bir tüccardan yardım aldığı, iddianamede belirtilmişti. Davanın tek tutuklu sanığı Kassab’ın Şam’daki saldırının sorumlusu olduğundan kuşkulanılan Liva el İslam örgütüyle bağlantılı olması da kimyasal saldırıda şüpheleri AKP hükümeti üzerinde yoğunlaştırmıştı. Rusya istihbaratı, daha önce, 21 Ağustos’taki saldırıda füzelerin atıldığı düşünülen bölgenin Liva el İslam’ın kontrolünde olduğunu açıklamıştı.

‘Komşular desteklemezse iç savaş biter’
BM Güvenlik Konseyi kararından sonra konuşan Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim; Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan gibi komşu ülkelerin terörist gruplara silah ve para yardımını kesmeleri halinde, iç savaşın birkaç hafta içerisinde biteceğini belirtti. Muallim, komşu ülkerin teröre yardımı kesmeleri halinde Cenova görüşmelerinin başarıya ulaşacağını ekledi. Reuters’e verdiği röportajda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e teşekkür eden Muallim, Suriye’de diyalog yoluyla gerçekleşecek bir politik çözüme inandıklarını belirtti. Muallim, silahlı grupların Suriye’deki Hristiyan nüfusa yönelik saldırıları hatırlattı ve Suriye’de yaşayan Hıristiyanlara, ülkenin parçası olma kararlılıklarından dolayı teşekkür etti. Suriye’nin Birleşmiş Milletler Temsilcisi Beşar Caferi ise kararın Şam’ın kaygılarının çoğuna cevap verdiğini söyledi. Caferi, silahlı çeteleri destekleyen Türkiye, Katar, Suudi Arabistan, Fransa ve ABD’nin de karara sadık kalması gerektiğini vurguladı.

7. bölüm neden önemli?

Suriye’deki kimyasal iddiaları üzerine alınan Güvenlik Konseyi kararında, 7. bölüme atıfta bulunulması, askeri müdahale seçeneğinin doğrudan önünü açmıyor. Suriye devletinin, muhalefetin ya da komşu ülkelerin Güvenlik Konseyi kararını çiğnemesi halinde uygulanacak yaptırımın belirlenmesi, yeni bir karar alınmasını gerektiriyor. Güvenlik Konseyi üyeleri, alınacak bu kararla ilgili olarak veto yetkilerini kullanabilirler. Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın Güvenlik Konseyi’ne barışı ve güvenliği korumak ve iyileştirmek için geçici önlemler alma yetkisi tanıyan 7. bölümünde, alınabilecek önlemler olarak ekonomik yaptırımlardan uluslararası askeri harekatlara kadar, geniş bir liste sıralanıyor. 7. bölüm uyarınca çatışmanın tarafları arasında arabuluculuk çalışmalarının başarısızlığa uğraması durumunda, Güvenlik Konseyi daha sert önlemler alma yetkisine de sahip.

Fiyaskoyu başarı gibi pazarladı

Türkiye’ye yönelik uluslararası yaptırımların önünü açan Güvenlik Konseyi kararını sevinçle karşılayan Davutoğlu, AKP’nin Ortadoğu politikası için yenilgi anlamına gelen kararı, Türkiye’nin başarısı gibi göstermeye çabaladı. Katıldığı televizyon programında konuşan Davutoğlu, “ABD ve Rusya’nın, Suriye’nin kimyasal silahlarının imhasını öngören karar tasarısı önemli. Tasarı, geçmiş suçları yok saymıyor. Tasarı ayrıca siyasal süreci de içeriyor. İnsani boyut konusuda ayrı tasarı istedik. İnsani boyuta ilişkin ayrı tasarıya destek var” şeklinde konuştu. Mimarı olduğu Suriye politikasının fiyaskoyla sonuçlanmasının ardından Esad’ı suçlamaya devam eden Davutoğlu, “Esad’ın yeni yapıda yeri olmamalı. Tünelin ucu görünmeye başladı. Suriye halkının daha fazla acı çekmesine izin verilmemeli” dedi.

Friday, August 23, 2013

Questions about alleged gas attack in Syria


This morning Reuters reported that according to Syrian activists, regime forces attacked a suburban Damascus area with nerve gas, killing nearly 500 people, many of them women and children. The dead are said to have signs of nerve gas poisoning.

Other opposition groups are claiming even higher casualty figures, including the Syrian National Coalition, which put the number at 650.

The attacks, which allegedly came in a hail of regime rockets at dawn today, are said to have affected residents in the areas of Ain Tarma, Zamalka, and Jobar.

A few hours ago, the opposition Syrian Observatory for Human Rights reported heavy regime bombardments in a number of Damascus suburbs today, and also stated that: "Areas in the cities of Zamalka and Saqba and the towns of Jisreen and al-Mleiha are under regime forces' violent bombardment, using mortar and rocket launchers, and news were received about tens of casualties in Zamalka due to the bombardment, which an activist said it was toxic gases, midst warplanes hovering over the area."

Several hours earlier, SOHR reported:

Reef Dimashq: Tens of people, including children, have been killed by violent regime bombardment on the eastern and western Ghouta. Syrian Government forces are using multiple rocket launchers to bombard since dawn today the towns cities of Erbin, Zamalka, Ein Terma as well as other parts of the Eastern Ghouta. Activists in the area of East Ghouta have said that the regime used poisonous gasses during their bombardment on the area, causing dozens of deaths and hundreds of injuries. In the Western Ghouta the airforce was used to bombard parts of Mou'adamiya city and its surrounding area, which is also under bombardment by multiple rocket launchers; this is considered the heaviest bombardment inflicted on the city since the beginning of the regime attack and attempt to regain control over it. Activists in Mou'adamaiya have also accused the regime of using poisonous gasses in their bombing of Mou'adamiya.

We at the SOHR call on the UN investigation team on the use of chemical weapons in Syria, as well as all international organisations such as the Red Cross , to head directly to these devastated areas in order to verify and investigate these reports and pinpoint the body responsible for the use of the weapons, as well as to immediately provide the badly needed aid and medical treatment to the people in these areas.

The Syrian Government has denied the allegations, the New York Times reported, and a number of countries have called for an immediate investigation.

The UN chemical weapons investigation team is already in Syria, having entered a few days ago to look into 13 previous reports of the use of chemical weapons in Syria. Note that the UN team is planning to determine simply whether the weapons have been used, not who used them.

A few questions come to mind at this point:

1. Why would the Syrian Government conduct a chemical weapons attack right under the noses of the UN investigators?

2. Is it possible that the recent intense Syrian Government bombardments in the Damascus suburbs have hit rebel stocks of chemical weapons? In that regard, note that Zamalka, a suburb where the toxic chemical is said to have been released, was also allegedly targeted in a gas attack in June. If the Syrian Government were trying to avoid the accusation that it was using chemical warfare, would it return to the scene of a previous crime and repeat it?

3. Another possibility is that the rebels themselves used chemical weapons in the area earlier today. The objections to this possibility are similar to those in #1; why would a party use them when a UN inspection team is in country.... But it is also conceivable that rebels used the chemical weapons in an effort to frame the Syrian Government.

4. While the casualties have been extensively displayed, little or no evidence has yet emerged of the delivery methods of the toxic material. Should this be more readily available?

It is perhaps noteworthy that the Syrian army reportedly targeted al Qaeda-linked forces in the Damascus suburbs of Zamalka and Dariyah in early December.

While most of the fingerpointing over alleged chemical weapons use has been directed at the Assad's Syrian Government, there is reason to believe that Syrian rebels also have access to such weapons.

In June 2012, a Turkish jihadist site mentioned that the Free Syrian Army (which now is known to fight alongside al Qaeda forces from the Al Nusrah Front and the Islamic State of Iraq in the Levant) had obtained chemical weapons equipment from a military base in Aleppo that belonged to President Bashar al Assad's army. [See Threat Matrix report, Jihadist site claims FSA has obtained chemical weapons equipment. http://www.longwarjournal.org/threat-matrix/archives/2012/07/jihadi_site_claims_fsa_has_obt.php]

In early December, the Al Nusrah Front and allied foreign Islamist battalions seized Sheikh Suleiman base, or Base 111, in Aleppo after a months-long siege. The military facility is rumored to be involved in the Syrian Government's chemical weapons program. The base "contained a clandestine scientific research whose purpose was unknown even to the rank and file," AFP reported in late November, based on a claim from a soldier who defected. [See LWJ report, Al Nusrah Front, foreign jihadists seize key Syrian base in Aleppo. http://www.longwarjournal.org/archives/2012/12/al_nusrah_front_alli.php]

On May 30 this year, the Turkish media reported that 12 individuals from the al Qaeda-linked Al Nusrah Front had been captured in anti-terror operations in Adana, along with a total of two kilos (4,5 lb) of sarin gas. Five of the 12 suspects were later released. [See Threat Matrix report, Reports claim Al Nusrah Front members in Turkey were planning sarin gas attacks. http://www.longwarjournal.org/threat-matrix/archives/2013/05/on_may_30_the_turkish.php]

And in early June, the Iraqi military broke up an al Qaeda in Iraq cell in Baghdad that was seeking to manufacture chemical weapons. The Islamic State of Iraq and the Levant (formerly al Qaeda in Iraq), one of two al Qaeda affiliates that operate in Syria, is the dominant rebel force in Syria, along with the Al Nusrah Front, which is also an al Qaeda group. [See LWJ report, Iraq breaks up al Qaeda chemical weapons cell. http://www.longwarjournal.org/archives/2013/06/iraq_breaks_up_al_qa.php]

Even Rolf Ekeus, a retired Swedish diplomat who headed a team of UN weapons inspectors in Iraq in the 1990s, commented that it would be "very peculiar" and at least "not very clever" for the Assad regime to perpetrate a large chemical weapons attack at the very time the UN team is in Syria.

The timing, location, and scale of this attack raise many questions indeed.

Update:

According to Agence France Presse, several experts in the field of chemical weapons are questioning the rebels' claims about the use of sarin gas in the alleged attack.

By LISA LUNDQUIST | August 21, 2013

http://www.longwarjournal.org/threat-matrix/archives/2013/08/questions_about_alleged_gas_at.php#ixzz2cqHFENUm

Büyük tehlike | ( Kemal Okuyan)

23 Ağustos 2013

Bugün Ortadoğu’da olup bitenleri başı sonu belli bir emperyalist planla açıklamaya kalkarsak, her bir gelişmeye olmadık anlamlar yükler, tek tek olaylar arasındaki bağlantıyı, gerçek olmayan bir zeminde kurmaya kalkarız.

ABD’nin 2000’lerin başından beri sabit bir stratejiye sahip olduğu düşüncesini bu kapsamda değerlendirmek mümkün. Bu düşünce Vaşington’un 13-14 yılda değiştirdiği, değiştirmek zorunda kaldığı yöntemlerin, araçların, ittifak sistemlerinin tümünü birden aynı ortak hedefin içine yerleştirdiği oranda temelsizdir. Amerikan emperyalizmini bütün bu dönem boyunca tanımlayan, her şeyden önce hegemonyasını sürdürme kaygısıdır. İran’ın kuşatılması, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bir rakip olarak ortaya çıkmasının engellenmesi gibi altbaşlıklar da sıralanabilir. Ancak daha fazlasını içine alan bir master plandan söz etmek yanıltıcıdır.

Bölmek, etnik çatışmaları kışkırtmak ne kadar hedeftir, ne kadar araçtır bu son derece tartışmalı. Bizim için önemli olan, başat emperyalist ülkenin her istediğini yapabilme yeteneğine sahip olmaması, gelişmelere göre hedeflerini, araçlarını ve müttefiklerini yeniden belirlemesidir.

Böyle baktığımızda, ABD’nin stratejisinde Obama’yla birlikte belli bir değişim olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu değişim AKP’yi cesaretlendirmiş, AKP de ABD yönetimini cesaretlendirmiştir.

ABD’nin bazı İslamcı güçlerle nikah tazelemesi bu dönemin ürünüdür. İslam coğrafyasını topyekün karşıya almak yerine, Sünni eksenli bir gerici koalisyona bölgeyi kontrol ettirme fikri, 2000’lerin başındaki ABD politikasına cuk oturmamaktadır.

AKP’nin desteklenmesi, kuşkusuz çok öncesinde, AKP 2002’de hükümet olmadan önceki bir hesabın ürünüydü. Ancak bu destek Obama’yla birlikte çok kapsamı bir bölgesel stratejiyi de içine aldı.

Bugün yaşananlar, sözü edilen stratejinin çıkmaza girmesinin ürünüdür.

Erdoğan bu stratejinin tıkanmadığını, hâlâ tutma şansı olduğunu kanıtlama uğraşındadır. Mısır başlığınde yedi düvelle kavga etmeyi göze alması, Suriye’de ise ardı ardına provokasyonlar yaratması bu nedenledir.

Öyle ki, içeride gözü dönen, halka saldıran ve saldırmaya devam edeceğini ilan eden hükümet, dış politikada da çılgınlığa devam etmektedir.

Bütünüyle aptallık olarak görülmemeli. Evet, Yeni Osmanlıcılık bir fiyaskoya dönüşmektedir ama sürecin en azından AKP’yi topyekun süpürmesini engellemek için, Erdoğan-Davutoğlu ikilisi hiç değilse durumu kurtaracak bir “başarı”ya gereksinim duymaktadır.

Ancak çöküntü o kadar büyüktür ki, AKP’yi rahatlatacak küçük bir bölgesel başarı için bile ortalığı yangın yerine çevirecek girdilerde bulunmak gerekiyor.

Erdoğan, ABD’nin de açmazını gördü, bu açmazdan yararlanarak son kozlarını oynuyor.

En tehlikeli kozlarını…

Kimyasal silah iddiası böyledir, Mursi’ye “diren” mesajı böyledir.

Uzun vadede asla tutmaz. Çünkü dediğimiz kanıtlanmış, AKP boyunu aşan işlere kalkışmıştır. Kısa vadede ise AKP bölgeyi ateşe verecek güce sahiptir. Uyanıklık, kararlılık tam da bu dönemde gerekir.

Suriye hukumetini kimyasal silah kullanmakla suclayanlar okusun


Longwarjournal: Suriye’deki Kimyasal Saldırı Hakkında Sorular (23 Ağustos 2013 )

CIA'ye yakınlığıyla bilinen site bile Şam'daki son kimyasal saldırı hakkındaki yorumlara şüpheci yaklaşıyor...

(not: Kimyasal zehirli gazlarin, Ayn Tarma, Zamalka ve Cobar bölgelerinde yasayan insanlari etkilediği söyleniyor)

1) Suriye Hukumeti BM soruşturma ekibinin burnunun dibinde neden bir kimyasal silah saldırısı gerçekleştirsin?

2. Suriye Hukumeti Şam banliyölerindeki son yoğun bombardımanları isyancıların kimyasal silah stoklarını vurmuş olabilir mi? Bu açıdan, zehirli kimyasalın yayıldığı söylenen bir banliyö olan Zamalka'nın Haziran ayındaki bir gaz saldırısında da hedef alındığının iddia edildiğini belirtmek gerekir. Eğer Suriye Hukumeti kimyasal silahlar kullandığı suçlamasından kaçınmaya çalışıyorsa, bir önceki bir suçun sahnesine dönüp onu tekrar eder mi?

3. Bir diğer olasılık, bölgede kimyasal silahların isyancıların kendisi tarafından kullanıldığıdır. Bu olasılığa karşı 1. maddedeki itiraz ileri sürülebilir; BM soruşturma ekibi ülkedeyken neden bir tarafın bu silahları kullanacağı sorulabilir… Fakat isyancıların, Esad'in Suriye Hukumetine komplo kurmak için kimyasal silah kullanmış olması akla yatkındır.

4. Ölümler kapsamlı bir şekilde gösterilirken, zehirli maddelerin kullanılma yöntemlerine dair kanıt ortaya çıkmadı veya çok az kanıt ortaya çıktı. Bunların daha kolay bulunabilir olması gerekmez mi?

Belki, Suriye ordusunun Aralık başlarında Şam'ın Zamalka ve Dariye banliyölerinde El Kaide bağlantılı güçleri hedef aldığının aktarıldığını not etmek de önemli olabilir.

Varsayılan kimyasal silah kullanımına dair parmaklar genelde Varsayılan kimyasal silah kullanımına dair parmaklar genelde Esad rejimini işaret etse de, Suriyeli isyancıların bu tür silahlara erişiminin olduğuna inanmamız için de nedenler var.

Haziran 2012'de bir Türk cihadçı sitesi, Özgür Suriye Ordusu'nun (ki El Nusra Cephesi ile Irak ve Biladüşşam İslam Devleti'nden El Kaide güçleriyle yan yana savaştığı biliniyor), önceden Başkan Beşar Esad'ın ordusuna ait olan, Halep'teki bir askeri üsten kimyasal silah donanımı elde ettiğinden bahsetmişti. [Threat Matrix'in 'Cihadçı site ÖSO'nun kimyasal silah donanımı ele geçirdiğini iddia etti' başlıklı haberine bakınız. (http://www.longwarjournal.org/threat-matrix/archives/2012/07/jihadi_site_claims_fsa_has_obt.php)]

Aralık başlarında El Nusra Cephesi ve onun müttefiki olan yabancı İslamcı tugaylar, aylar süren kuşatma sonucunda Halep'te bulunan ve Üs 111 de denilen Şeyh Süleyman üssünü ele geçirmişti. Askeri tesisin Esad hukumetinin kimyasal silah programına dahil olduğu söylentileri dolaşıyordu. AFP'nin Kasım ayı sonunda, zarar görmüş bir askerin iddiasına dayanarak söylediğine göre üste “amacının alt kademe askerler tarafından bile bilinmediği gizli bir bilimsel araştırma yapılıyordu”. [LWJ'nin 'El Nusra Cephesi ve yabancı cihadçılar, Halep'teki önemli bir Suriye askeri üssüne el koydu' başlıklı haberine bakınız - http://www.longwarjournal.org/archives/2012/12/al_nusrah_front_alli.php]

Bu yıl 30 Mayıs tarihinde Türk medyası, Adana şehrindeki terör operasyonunda El Kaide bağlantılı El Nusra Cephesi'nden 12 kişinin, toplam iki kilo (4,5 lb) sarin gazıyla yakalandığını yazdı. 12 şüpheliden beşi daha sonra serbest bırakıldı [Threat Matrix'in Haberler Türkiye'deki El Nusra üyelerinin sarin gazı saldırıları planladığını aktarıyor başlıklı haberine bakınız.]

Haziran başında ise Irak ordusu, Bağdat'ta kimyasal silah üretmeye çalışan bir Irak El Kaidesi hücresini çökertmişti. Irak ve Biladüşşam İslam Devleti (eski adıyla Irak El Kaidesi), yani Suriye'de faaliyet yürüten El Kaide bağlantılı iki gruptan biri, bir diğer El Kaide grubu olan El Nusra Cephesi ile birlikte Suriye'deki baskın isyancı güç konumunda. [LWJ'nin 'Irak El Kaide kimyasal silah hücresini çökertti' başlıklı haberine bakınız. http://www.longwarjournal.org/threat-matrix/archives/2013/05/on_may_30_the_turkish.php]

1990'larda Irak'taki bir BM silah denetçileri ekibine başkanlık etmiş olan emekli İsveçli diplomat Rolf Ekeus bile, BM ekibinin Suriye'de olduğu sırada Esad hukumetinin büyük bir kimyasal silah saldırısı gerçekleştirmesinin “çok tuhaf” olacağını ve en azından “pek zekice olmayacağını” söyledi.

Saldırının zamanlaması, yeri ve ölçeği gerçekten de pek çok soruya yol açıyor.

(Alinti burdan) > http://medyasafak.com/haber/1032/longwarjournal--suriye-deki-kimyasal-saldiri-hakkinda-sorular

Tuesday, August 20, 2013

Is Islam Compatible With Democracy?

 8 July 2013  | By Alon Ben-Meir




The question raised by the ouster of Egypt's President Morsi is whether Islam is compatible with democracy or any form of government that empowers the people and limits the power of leaders to hold merely representative offices with limited terms of public service.

Islam is the most recent of the Abrahamic religions to emerge on the world stage. Monotheism in general, and specifically as it developed in the Dark and Middle Ages, in principle reflects extremely authoritarian regimes.

Theologically, it posits a cosmic or heavenly hierarchy with absolute authority in God, angels in go-between positions, and a fallen humanity in need of salvation at the base of the pyramidal power structure.

It is no surprise then that in the centuries wherein the Catholic Church was at its zenith of influence in the West, political power was held by kings, popes, emperors, and powerful nepotistic and despotic elite with huge economic chasms between the people and their rulers.

Obviously, these structures were not compatible with democracy.

Christianity and Judaism, being monotheistic, are no less inheritors of this stratified and centralized power paradigm, but unlike Islam these religions were effectively secularized and toned down during the century of the European Enlightenment.

Thinkers like Descartes, Locke, Spinoza, Kant, Voltaire, Rousseau, Hume, and Hegel paved the way for Marx, Schopenhauer, Buber, and Sartre to challenge conventional approaches to religious ideologies and political formations.

Traditional monotheism, with its highly categorized view of man and God, may not in itself be wholly compatible with democracy, but modern Western monotheism gradually molded itself to new ways of thinking during the Renaissance and the Enlightenment, and was certainly forced to do so amid rapid scientific and technological advances.

The Islamic world enjoyed its own renaissance during the Islamic Golden Age (mid-8th to mid-13th century) with advances in the sciences, mathematics, and literature, yet the period declined and has never been restored to its former glory.

Where are Islam's corresponding great modern philosophers and scientists who can pave the way for a similar transformation of both radical and even secular Islam in the Arab world?

In the Arab world today, the majority of its intellectuals are clerics, imams, and thinkers emerging from the core of Islamic values. Radical Islam simply does not routinely nurture free thinkers willing to brave the fires of what might otherwise become an Islamic Inquisition.

Is it even possible to transition from hierarchical religious authoritarianism to a modernized and even secularized form of Islamic democracy - one that accepts the separation of church and state?

While the possibility and harsh eventuality remains, this is a tall order since Islam, perhaps more than other monotheistic religions, invites itself into every aspect of social life. More specifically, Islam is inherently and by definition inconsistent with the separation of church and state.

It is instructive that the seeming separation between the two occurred under ruthless secular dictators such Iraq's Saddam Hussein, Hafez Assad's family in Syria, and Qaddafi's Libya. In all these instances, the authoritarianism seen in the rule of the Islamist Morsi was still there.

The Middle East is not the only place where religious ideology might compel people to vote against their own social, economic, and political interests. But history teaches that if there is any prospect in wedding Islam to democratic ideals, efforts to do so must concurrently work on religious, economic, and political levels.

Religiously, the concept of the separation of church and state has practically no hold in Islamic thinking. The idea is entirely foreign to most Islamic orthodoxy, and even if a political party were secular in name, they dare not forsake the basic tenets of Islam.

The strong religious identity currently imposed on the average citizen would effect a transposition of Islamic views on political affairs, thus nullifying this vital separation of powers and coloring political discourse.

Turkey provides us with a perfect example of the failure to wed Islam to democracy. While Erdogan was supporting economic advances and paying lip service to liberty, he was imprisoning journalists and drawing to himself more and more power, leading the country increasingly by Islamic ethos rather than democratic principles.

As such, Turkey under Prime Minister Erdogan's stewardship, who claims to have found the perfect formula that balances Islam and democracy, provides a poor model that deeply disappointed the liberal-minded Arab youth who are now fighting against Islamic despotism in Egypt.

Citizens of the Arab world first require a change from the ground up in the way their religion is approached and instituted socially, politically, and economically.

With the rise of free-thinking youth and exposure to new ways of interpreting Islam, a secularized and modernized Islam adapted to modern democratic principles must emerge.

Second, the Arab world needs egalitarian economic development that distances itself from tribal, clannish, and centralizing hegemonic models and seeks to build a strong middle class provided with basic social support in education and health care.

Third, the Arab world needs, perhaps more than anything, time. We must bear in mind that it took centuries for the Western world to free itself from the bondages of religious ignorance and the divine right of kings.

But it won't take centuries for Arab states to emerge from the past and grow into functioning democracies because unlike the West, it does not need to wait for the concurrent advances in social, physical, and political sciences that paved the way for the industrial revolution and the information age.

The Arab youth are already exposed to new technologies, thus accelerating their ascent to democracy and the supremacy of reason, not revelation, in political discourse.

But that acceleration comes with its own pitfalls, making the current situation doubly serious and potentially calamitous for millions of innocent men, women, and children who are already suffering heavy fallout.

Hence, it is not enough, in the long term, for a country to have just economic development, like Saudi Arabia, or just elections, like Egypt and Iraq. Without balanced development, extremism in even one of the three social institutions will, left unchecked, color the other two.

Even if elected democratically, radical Islamic parties invariably presume upon themselves forms of power reminiscent of tyrannical kings. They simply have few other models for their political might or personal manliness other than monarchical rule. Egypt's Morsi and Iraq's Maliki provide telling examples.

I disagree with the notion that the ouster of the freely-elected Morsi will encourage opposition Islamic parties throughout the Arab world to dismiss democratic forms of governing and violently pursue their socio-political agenda in the streets as they lose faith in a free electoral system.

On the contrary, Islamic parties that seek power will do well to learn from the Egyptian experience. Being elected democratically does not bestow authoritarian powers, and governing must be inclusive, representing all the people while equally caring about their welfare, regardless of any political affiliations.

Morsi was not ousted because he is a devout Muslim; everyone who voted for him knew that only too well. Rather, by acting from a radical Islamic bent, he betrayed the premise of a freely-elected leader, which requires accountability, inclusiveness, and the responsibility to live up to the spirit of the revolution.

Moreover, Morsi failed to separate between his Islamic instincts and the democratic principles by which he was empowered to govern.

Morsi repeatedly rejected appeals from the military, the U.S., and even the Salafists to form a new inclusive government to end the crisis.

Intellectuals as well as ordinary Egyptians want their country to be modern, pluralistic, and outward-looking, and do not wish to replace one dictator with another, albeit elected.

Indeed, the blame falls squarely on Morsi's shoulders; he subordinated politics to religion and succumbed to the conservative and religious branch of Islamists who view political Islam as the answer to centuries of deprivation and of injustice.

He worked tirelessly to consolidate his powers while doing next to nothing to save the economy from pending collapse. He placed himself above judicial review and largely appointed fellow Brothers into key posts while allowing Brotherhood hooligans to beat up liberal opponents.

If this was not enough, he undermined the core of freedom of speech by intimidating the media and failing to build democratic institutions. Moreover, he pushed for a new constitution fully reliant on Sharia law, expanded blasphemy prosecutions, and supported discrimination against women.

To be sure, Morsi surrendered to Islamic siege mentality and authoritarianism in a time when the nation was demanding inclusiveness and political freedom, which was the essence of the revolution against his predecessor in the first place.

Yes, political Islam and democracy can work, but not by pushing for early elections. A transitional government, led by a respected leader who is not shackled by a strong ideology and who can cultivate consensus and has wide public appeal, must take at least two years to allow secular and Islamic parties to develop their political platforms and make the public fully aware of their socio-economic policy and other urgent issues facing their nation.

In the interim, a new constitution should be written based on freedom, democracy and equality with separation of church and state constitutionally enshrined. Any new constitution written in Egypt that does not clearly separate church and state will be doomed to fail, potentially ushering in yet another revolution.1

Brighter days will yet come to Egypt as long as Tahrir Square remains true to its name, 'Liberation Square.' The Egyptian people have now acquired the ultimate weapon that prevents despotism--be that military, religious, or secular--from rising to power. Those who seek to lead will do well to remember that.

1. This point will be expanded in a following article, which will model a separation of church and state in Egypt that still provides a prominent role for religion in daily life.

--

Tuesday, August 6, 2013

Silivri’de ağırlaştırılmış intikam

6. Agustos . 2013

...
Ergenekon Davası hüküm duruşması için Silivri Ceza ve İnfaz Kurumu'nda dün olağanüstü önlemler alındı. Silivri'ye çıkan tüm yollar polis ve jandarma tarafından tutulurken hava sahası uçuşa yasak alan ilan edildi. Günler öncesinden Silivri Cezaevi’ne çıkan yollar, jandarma barikatları ile çevrelendi. Çift sıra şeklindeki barikatlar asfalta monte edildi. İzleyiciler polis müdahalesiyle tarlalara sürüldü ve atılan gaz sonucu tarlalarda yangın çıktı. Sıradışı önlemlere DHKP-C’nin eylem yapacağı iddiası gerekçe gösterildi.

İZLEYİCİYE PLASTİK MERMİ

Hüküm duruşmasını izlemek için gelen tutuklu yakınları da dahil olmak üzere protesto için Silivri’ye gitmek isteyen insanlara izin verilmedi. Şehir dışından dava için gelmek isteyenler engellendi. Cezaevi ve çevresindeki yerleşkelerin çatılarına keskin nişancılar yerleştirildi. TEM Otoyolu'ndan Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi'ne giderken kullanılan Kınalı yol ayrımı iki yönlü olarak trafiğe kapatıldı. Akşam saatlerinden itibaren polis ekipleri plastik bariyer ve dubalarla yolu kapattı. D-100 Karayolu'nda Çorlu-İstanbul istikametinden cezaevine giden Kınalı Cezaevi yolu da kapatılırken, bu iki yoldan hiçbir araç ve yaya geçişine izin verilmedi. D-100 Karayolu İstanbul-Çorlu istikametinden gelen vatandaşların ise yola girişlerine kontrollü olarak izin verildi. Silivri'den Cezaevi'ne kalkan minibüsler ise davanın görüleceği kampüse uzak bir noktada yolcularını indirmek zorunda bırakıldı. E-5 Karayolu üzerindeki kavşakta Silivri'ye doğru gidenlere biber gazı ve plastik mermi ile sert şekilde saldırdı.

VEKİLLERE BARİYER

Milletvekillerine duruşma salonuna girerken engellerle karşılaştı. CHP'li Emine Ülker Tarhan jandarma bariyerlerinden geri dönmek zorunda kalırken CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi ancak jandarma servis aracıyla Silivri'ye girebildi. Jandarma, Silivri çevresindeki çayırlarda yürüyen ve dinlenmek için oturanlara anonsla uyarıda bulundu. Silivri'de mahkemeye girmeye çalışan avukatlar ayakkabılarını çıkartmak zorunda kaldıkları aramayla karşılaştı. Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu tepkisini Twitter üzerinden, "Silivri'de mahkemeye girmeye çalışan avukatlara uygulanan hukuksuzluğu reddediyoruz!" diyerek gösterdi. Tutuksuz sanıkların dava başlamadan önce "listede adları olmadığı" gerekçesiyle içeri alınmadığı bildirildi.

'TARİHTE BİR İLK'

Hamzaçebi, herkesin mahkeme salonuna girişinin engellendiğini belirterek şöyle dedi:
"Böylesi terörü, hak, hukuk engellemeyi, Türkiye Cumhuriyeti’nin çok partili hayatımızda ilk kez görüyoruz. Bunun kabul edilmesi mümkün değildir. Sonucu önceden belirlenmiş olan bir kararı, mahkemeyi bugün izleyeceğiz. Silivri’de insan hakları, evrensel hukukun temel ilkeleri ayaklar altına alınmıştır. Adil yargılama, masuniyet karinesi çiğnenmiştir. Anayasa’mıza, kanunlarımıza göre, hiç kimse hükmen sabit oluncaya kadar, mahkeme kararıyla kesinleşene kadar suçlu ilan edilemez. Ama Silivri’de yapılan mahkeme karar vermeden, tutuklu kişilerin suçluluğudur. Onlar suçlu ilan edilmiştir. 12 Eylül döneminin işkencelerinin o dönemin sert uygulamalarının yerini bugün, savcı iddianameleri almıştır."

***
Uçuşa kapalı alan

AlInan en sıradışı ise Silivri bölgesindeki hava sahasının uçuşa kapatılması oldu. Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) Genel Müdürlüğü, Silivri semalarını kapsayan özel bir NOTAM yayınladı. Bölge özel görev dışındaki tüm hava araçlarına kapatıldı. Havacılar için bilgi notu olarak adlandırılan NOTAM’a göre, 02:00’den akşam saat 18:00’e kadar Silivri Cezaevi merkezli 7 deniz mili (12,9 kilometre) çapındaki bir hava sahasında uçak ve helikopterler dahil tüm hava araçlarının uçuşu yasaklandı. Türk Silahlı Kuvvetleri, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı hava araçlarının yanı sıra Sağlık Bakanlığı’na hizmet veren hava ambulansları ile yangın söndürme uçak-helikopterleri bu karardan muaf tutuldu.

***
Kararlar protesto edildi

Ergenekon Davası, karar açıklandıktan sonra bir çok şehirde protesto edildi. İstanbul, Ankara ve izmir başta olmak üzere gösterilerin düzenlendiği yerlerde, yargılanan isimlere verilen cezalara tepki gösterildi. Ankara’da kararlara tepki gösterenler Güvenpark’ta toplanırken İstanbul’da Kadıköy Rıhtım’da biraraya geldi.

***
AKP’den alkış, CHP’den tepki

Ergenekon davasında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kararın açıklamasının ardından siyasilerden de tepki geldi. AB Bakanı Egemen Bağış kararı iddiaların tescili olarak yorumlarken bir başka AKP’li isim Şamil Tayyar ise Mehmet Haberal’ın tahliyesini eleştirdi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Akif Hamzaçebi ise kararın 5 yıl önce verilip duruşmada açıklandığını ifade etti.
Siyasilerden gelen tepkiler şöyle:

‘KARARLAR GAYRİMEŞRUDUR’

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu , Ergenekon Davası kapsamındaki cezaların özel yetkili mahkemeler tarafından alındığına dikkat çekerek, “Bu mahkemelerin verdiği kararlar gayrimeşrudur” dedi.
Mahkeme kararlarına ilişkan yazılı açıklama yapan Kılıçdaroğlu şöyle dedi:
“Demokrasilerde insanlar, siyasi otoriteye bağımlı özel yetkili mahkemelerde değil, bağımsız, hukukun üstünlüğüne inanan normal mahkemelerde yargılanırlar. Bu nedenle özel yetkili mahkemelerin verdiği kararlar; hukuken, siyaseten ve ahlaken meşru kararlar değildir. Bu mahkemelerin verdiği kararlar gayrimeşrudur. Bu mahkemeler adalet dağıtmaz. Çünkü bunlar adından da anlaşılacağı üzere “özel yetkili mahkeme”lerdir. Bu mahkemeler siyasal gücün emrinde olan ve onun buyruklarını yerine getiren mahkemelerdir. “Hukukun üstünlüğü” kavramı bu mahkemeler için geçerli değildir. Bu mahkemelerin temel işlevi “üstünlerin hukukunu” yani siyasal iktidarın buyruklarını egemen kılmaktır.“

‘TESCİLLENDİ’

AB Bakanı Egemen Bağış, Twitter hesabında “Ergenekon diye bir örgütün varlığı ve bu örgütün meşru hükümeti devirmek için darbe planladığı tescillendi. Şimdi savunanları görelim!” diye yazdı.

‘KARAR 5 YIL ÖNCE VERİLDİ’

CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi ise “Beş yıl önce verilmiş olan bir karar bu gün taraflara ve kamuoyuna tebliğ edildi. Hukukun en temel ilkeleri bu yargılamada ayaklar altına alınmıştır, evrensel ilkeleri çiğnenmiştir. Bu davada bir araya gelmesi mümkün olmayan bir çok kişi aynı örgütün üyesi olarak bir araya getirilmiştir. Öyle bir dava ki sözü edilen örgütün bir numaralı kişisi halen belli değildir. Dava tamamen siyasi bir davadır.” dedi.

‘YETERLİ BULMUYORUM’

BDP Hakkari Milletvekili Adil Zozani de kararr “Sadece hükümete karşı işlenmiş suçlardan dolayı ceza verilmesini yeterli bulmuyorum. Bu davada yargılanan bazı isimlerin insanlık suçu sayılabilecek olaylara karıştığına dair bilgiler davanın ek dosyalarında yer alıyor. Örneğin Veli Küçük’ün, Diyarbakır Koşuyolu Parkı’nda 2006 yılında yaşanan patlamayla ilgili el yazısı notları var. Bunların da yargılama konusu yapması gerekiyordu.” cümleleriyle değerlendirdi.

***

Davada malumun ilanı!

Ergenekon Danası’nın dün görülen duruşmasında yargılanan isimler hakkında kararlar açıklandı. Birçok isim müebbet başta olmak üzere ağır cezalar alırken Yurt Gazetesi genel Yayın Yönetmeni Merdan Yarnardağ hakkında yakalama kararı çıkarıldı.

HABERAL TAHLİYE EDİLDİ

CHP’nin tutuklu milletvekili Mehmet Haberal ise cezaevinde kaldığı süre göz önüne alınarak tahliye edildi. Haberal haricinde Mehmet Otuzbiroğlu, Hıfzı Çubukçu, Osman Yıldırım, Mehmet Perinçek, Ziya Göktaş tahliye edildi. Tahliye sebebi olarak sanıkların hapiste yattıkları süre ve kaçma şüpheleri olmaması gösterildi. Osman Yıldırım, Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet Gazetesi’ne molotof atılması suçlamalarından beraat etti.
Kemal Alemdaroğlu’nun da aralarında bulunduğu 15 kişi hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Bedrettin Dalan'ın da aralarında bulunduğu firari sanıkların dosyası ise ayrıldı.

VERİLEN CEZALAR

Açıklanan kararlara göre bazı isimler ve aldıkları cezalar şöyle:
»İlker Başbuğ (Eski Genelkurmay Başkanı emekli Orgeneral): Müebbet
»Şener Eruygur (Eski Jandarma Komutanı): Müebbet
»Hurşit Tolon (Eski Birinci Ordu Komutanı): Ağırlaştırılmış müebbet
»Alparslan Arslan (Danıştay saldırısı faili): İki kez ağırlaştırılmış müebbet
»Muzaffer Tekin (Emekli Yüzbaşı): İki kez ağırlaştırılmış müebbet hapis ve 117 yıl
»Veli Küçük (Emekli Tuğgeneral): İki kez ağırlaştırılmış müebbet hapis ve 99 yıl
»Doğu Perinçek (İşçi Partisi Genel Başkanı): Ağırlaştırılmış müebbet
»Tuncay Özkan (Gazeteci): Ağırlaştırılmış müebbet hapis ve 15 yıl
»Dursun Çiçek (Emekli Albay): Ağırlaştırılmış müebbet
»Hasan Iğsız (Eski 1. Ordu Komutanı): Müebbet
»Nusret Taşdeler (Emekli Orgeneral): Müebbet »Mustafa Özbek (Türk Metal Sendikası eski başkanı): Müebbet
»Mehmet Eröz (Emekli Korgeneral): Müebbet
»Kemal Kerinçsiz (Avukat): Ağırlaştırılmış müebbet
»Sevgi Erenerol (Eski Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın Sözcüsü): Müebbet
»İbrahim Şahin (Eski Özel Harekat Dairesi Başkan Vekili): 30 yıl 2 ay
»Arif Doğan (Emekli Albay): 25 yıl hapis (Toplamda 47 yıl 2 ay)
»Mehmet Haberal (CHP Milletvekili): 12 yıl 6 ay »Mustafa Balbay (CHP Milletvekili): 34 yıl 8 ay
»Sinan Aygün (CHP Milletvekili): 13 yıl 6 ay
»Hikmet Çiçek (Aydınlık gazetesi yazarı): 21 yıl 9 ay hapis
»Mehmet Otuzbiroğlu (Koramiral): 20 yıl 6 ay hapis
»Adil Serdar Saçan (Eski Emniyet Müdürü): 14 yıl
»Yalçın Küçük (Yazar): 22 yıl 6 ay
»Hıfzı Çubuklu (Emekli Tümgeneral): 9 yıl 6 ay »Mehmet Perinçek: 6 yıl
»Osman Yıldırım: 8 yıl 9 ay
»Sedat Peker: 10 yıl
»Semih Tufan Gülaltay: 12 yıl
»Levent Temiz (Eski İstanbul Ülkü Ocakları Başkanı): 10 yıl
»Deniz Yıldırım (Eski Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni): 16 yıl 10 ay
»Ferit Bernay (Eski 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü) : 10 yıl
»Kemal Alemdaroğlu (Eski İstanbul Üniversitesi Rektörü): 15 yıl 8 ay
»Sami Hoştan: 10 yıl
»Tuncer Kılınç (Eski MGK Genel Sekreteri): 13 yıl 2 ay
»Ferit İlsever (İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı): 15 yıl
»Vedat Yenerer (Gazeteci): 7 yıl 6 ay
»Ünal İnanç (Gazeteci): 19 yıl hapis 1 ay
»Güler Kömürcü: 7 yıl
»Nusret Senem (Avukat): 20 yıl 3 ay
»Ergun Poyraz: 29 yıl 9 ay hapis
»Serhan Bolluk (Eski Aydınlık Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni): 7 yıl 6 ay
»Prof. Dr. Erol Manisalı: 9 yıl 8 ay
»Gürbüz Çapan: 1 yıl 3 ay
»Kemal Gürüz (Eski YÖK Başkanı):
13 yıl 11 ay

***
Duruşmadan notlar

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nce Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesinde oluşturulan salonda görülen duruşmaya, CHP milletvekilleri Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal, İlker Başbuğ, Tuncay Özkan, emekli orgeneraller Hurşit Tolon ve Hasan Iğsız ile Veli Küçük'ün de aralarında bulunduğu 63 tutuklu sanık katıldı. CHP Milletvekili İsa Gök, mahkemeye hitaben, heyetin buradakileri 3,5 saat beklettiğini ifade ederek, "Mahkeme millet adına karar verir, bu kadar kişiyi bu kadar saat bekletmeye hakkınız yok" dedi. Mahkeme Başkanı Özese, Gök'ü, "Sayın milletvekili yerinize oturur musunuz" diyerek uyardı.

BALBAY: KABUL ETMİYORUZ!

Tutuklu sanık Mustafa Balbay, salondakilere hitaben "Biz, kendimizi halkın adaletine teslim ediyoruz, bizi bugün halktan kopardılar, ama başaramayacaklar. Sıcak bir sonbahar geliyor, herkes hazırlansın. Bugün verilecek hüküm, mahkemenin hükmüdür, biz bunu kabul etmiyoruz. Artık halkına karşı miting düzenleyen bir iktidar var. Şu anda kendi yarattıkları korkudan korkuyorlar. Şu anda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, hükümet ve Anayasa Mahkemesi, hukuku katletmektedir. Biz 4-5 yılda nasıl direniyorsak, öyle direnmeye devam edeceğiz. İnanıyorum ki, artık gelecek bizimdir. Mahkemenin hükmünü kabul etmiyoruz" diye konuştu.
Bu sözlerinin ardından Balbay, eşi Gülşah Balbay ile sohbet etmeye başladı. Bunu fark eden jandarma görevlileri, Gülşah Balbay'ın salonun dışına çıkmasını istedi.

***
Bu arada, bazı avukatlar, jandarmayı protesto ederek, masaların üzerine çıktı. Mahkeme salonuna gelen avukatlar, girişte X-Ray cihazında aranmalarına tepki gösterdi.
Mahkeme heyetinin kararını açıklamaya başladıktan bir süre sonra Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu, İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal'ın da aralarında bulunduğu bir grup avukat salonu terk etti.

‘TEK MAHKUMİYET VAR’

Çıkışta basın mensuplarının sorularını yanıtlayan Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Metin Feyzioğlu, sabahtan duruşma salonuna ulaşana kadar eziyetin başladığını belirterek, şöyle konuştu:
"Özel görevli mahkeme bugün her noktada görevini kendi belirlediği şekilde yaptı. Bize göre bir tek mahkumiyet vardır. Özel yetkili mahkeme bu hükmüyle kendini milletin vicdanında mahkum etmiştir. Bunun dışında bir mahkumiyeti biz duymadık, dinlemedik ve yapılanları daha fazla görmemek ve reddettiğimizi topluca bildirmek üzere bütün avukatlarda biraz önce dışarı çıktık."
Feyzioğlu, mahkeme başkanının "DHKP-C terör örgütünün tehdidinden dolayı olağanüstü güvenlik önlemleri alındığına" dair iddialara ilişkin ise, "Bunların tamamı yapılan büyük saygısızlığa mazeret üretme çabasıdır. Ve kapıdan girerken avukatları ayakkabılarını çıkar, kemerini çıkar diye saygısızlıklalar başlamıştır. Bu yargılamanın başından sonuna kadar Türkiye'de avukatlar, avukatlığını ne olduğunu sadece Türkiye'ye değil tüm Dünyaya göstermiştir. " dedi.


***
Bir yargı muammasının tarihi

Ergenekon Davası, 2007 yılında Ümraniye’deki bir gecekonduda bulunan 27 el bombasının ardından açılan soruşturma ile başladı. Davada, ilk dalga olarak adlandırılan operasyonlarda Türk Ortodoks Kilisesi sözcüsü Sevgi Erenerol, Avukat Kemal Kerinçsiz, Gazeteci-Yazar Güler Kömürcü, Sedat Peker, Taner Ünal, Fuat Turgut, Sami Hoştan ve daha pek çok kişi gözaltına alındı.

Davanın 2500 sayfalık ilk iddianamesi 14 Temmuz 2008’de hazırlandı. Davada, aralarında Şile Kazıları, İnternet Andıcı, Fener Rum Patriği’ne Suikast, Cumhuriyet Gazetesi Saldırısı, Danıştay Saldırısı olan toplam olarak 19 iddianame birleştirildi. İddianamede, Ergenekon’un amacı "Ergenekon terör örgütünün, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine karşı halkı silahlı isyana tahrik ettiği gibi, cebir şiddet kullanmak sureti ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ni cebren ortadan kaldırmaya teşebbüste bulunduğu, amaçlarına ulaşmak için kontrolü altında bulunan medya ve sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla ülkede kaos ve iç çatışma ortamı oluşturmaya çalıştıkları, oluşacak gerginlik ortamından faydalanarak, görevde bulunan hükümetleri çalışamaz hale getirip, nihai olarak ordu içerisinde kendilerine destek vereceklerini umdukları askeri şahısların yardımı ile yönetimi değiştirmek amacıyla hükümeti yıkmaya teşebbüs ettikleri..." şeklinde tanımlandı.

Davadaki gizli tanıklar büyük tartışmalara konu oldu. Yargılama sürecinde delil değerlendirme aşaması atlandı. Savunma makamının “sahte olduğunu veya hiç olmadığını” söylediği delillere ilişkin bir araştırma ve inceleme yapılmadı. Özellikle dijital verilere yönelik güvensizlik davaya damgasını vurdu.
Ergenekon’un MİT’te uzantısı olduğu öne sürülen bir şemanın varlığı, dönemin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun tarafından reddedildi. Mahkeme Atasagun’un tanık olarak dinlenmesi talepleri reddetti.

***
Rakamlarla Ergenekon

Ergenekon davasında yargılanan sanıkların ve avukatlarının yaptığı ortak çalışma sonucunda, Kasım 2012’de açıkladıkları raporda yer verilen rakamlar şöyle:
»60.000 telefon dinlendi.
»1.360 kişi ifade verdi.
»588 kişi tutuklandı.
»7 sanık ifadesini veremeden öldü.
»7 sanık kansere yakalandı.
»Dava ile toplam 19 iddianame, 50’nin üzerinde dosya birleştirildi.
»Davanın ek klasör arşivi 5 terabayt büyüklüğüne ulaştı. Bu ise toplam 9.000.000 sayfa doküman denk geliyor.
»Davada toplam 44 gizli tanık yer aldı.
»600’ü aşkın duruşma yapıldı. Bu sayı, normal bir ağır ceza yargılamasında yaklaşık 150 yıllık bir zaman dilimine denk geliyor.